25 Nisan 2016 Pazartesi

Yeseviyye zikri erre tar

İslâm Ansiklopedisine başka bir sayfadan ulaştınız. Orijinal sayfaya ulaşmak için tıklayınız



cilt: 43; sayfa: 489
[YESEVİYYE - Necdet Tosun]


Ahmed Yesevî’den ya da sonraki Yesevî şeyhlerinden Üveysî yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefat eden Muhammed Şerîf Büzürgvâr bunlardandır. Seyyid Ahmed Beşîrî’nin hayatı ve menkıbeleri Nâsır b. Kāsım Türkistânî Fergānî’nin Ĥadâǿiķu’l-cinân (Heşt Ĥadîķa) adıyla anılan Farsça eserinde toplanmıştır. Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ın menkıbeleri ise Muhammed Sıddîk Zelîlî’nin Türkçe manzum Tezkire-i Hoca Muhammed Şerîf Büzürgvâr’ı ile aynı adı taşıyan, ancak yazarı bilinmeyen Türkçe mensur bir eserde bir araya getirilmiştir.

Bazı kaynaklarda Tatar ve Bulgar bölgelerinde yaşayan Biraş b. Abraş Sûfî, Ufa yakınlarında kabri olan Hüseyin Beg, Azerbaycan’ın Niyazâbâd şehrinde türbesi bulunan Avşar Baba ve Türkmenistan’da yaşamış olan Gözlü Ata gibi şahısların Yesevî şeyhi ya da dervişi olduğu ileri sürülmüştür. XV. yüzyılın sonlarında kaleme alındığı tahmin edilen Vilâyetnâme’de Hacı Bektâş-ı Velî doğrudan veya dolaylı biçimde Ahmed Yesevî’nin halifesi diye gösterilmişse de bu eserden daha önce XIV. yüzyılda yazılan Eflâkî’nin Menâķıbü’l-Ǿârifîn’inde ve XV. yüzyılda kaleme alınan Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Hacı Bektâş-ı Velî’nin Vefâiyye tarikatı şeyhi Baba İlyâs-ı Horasânî’nin halifesi olduğu açıkça belirtilmiştir. Ayrıca XVII. yüzyılda kaleme alınan Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi’nde Yesevî dervişi olarak tanıtılan Geyikli Baba ve Emirci Sultan (Emîr-i Çîn Osman) daha eski ve güvenilir kaynaklar olan Elvan Çelebi’nin Menâkıbü’l-kudsiyye’si ile Âşıkpaşazâde’nin Târih’inde Vefâiyye şeyhi Baba İlyâs’ın önde gelen halifeleri arasında gösterilmiştir. Güvenilirliği tartışmalı olan geç döneme ait Vilâyetnâme ve Seyahatnâme gibi kaynaklarda Anadolu’daki bir kısım Vefâiyye mensuplarının Yeseviyye tarikatı mensubu gibi gösterilmesi, XIII. yüzyılda Vefâiyye şeyhlerinden Baba İlyâs-ı Horasânî’nin Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı başlattığı isyanın doğurduğu toplumsal psikoloji ile doğrudan ilişkili olmalıdır. Babaîler İsyanı adı verilen bu hareket devlet tarafından kanlı bir şekilde bastırıldıktan sonra Vefâiyye tarikatına mensup, özellikle Babaîler’le ilişkisi bulunan birçok sûfî muhtemelen isyan suçlamasından kurtulmak için tarikatının adını gizlemiş ya da Ahmed Yesevî yolundan geldiğini öne sürmüş olmalıdır. Sonraki asırlarda bu söylentiler Vilâyetnâme ve Seyahatnâme gibi kitaplara da geçmiştir. Bu sebeple güvenilir kaynaklarda ve orijinal silsilenâmelerde yer almadığı sürece Anadolu ve Balkanlar’da Yeseviyye tarikatının varlığından söz etmek oldukça zordur. XIX. yüzyılın sonlarında Orta Asya’nın Fergana vadisinde ve Kırgız bölgelerinde görülen Laçiler ile Saçlı Îşânlar’ın da Yesevîlik’le bağlantısı ispat edilememiştir. Bunlar Orta Asya’daki Kalenderîler’in son kalıntıları olmalıdır.

Yesevîler, Orta Asya’da faaliyet gösteren diğer tarikatlarla bazan dostane ilişkiler kurmuş, bazan da karşılıklı rekabet ve muhalefete girişmişlerdir. Orta Asya’da yaygın ve etkin olan Nakşibendîler’den bazıları Yesevîler’i cehrî zikir, şeyhliğin babadan oğula geçmesi, tekke ve merasimlere fazla önem vermeleri gibi konularda eleştirmişler, Yesevîler de cehrî zikrin câiz olduğunu ispatlamak amacıyla birçok eser kaleme almışlardır. Ancak Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye kolunda cehrî zikir, semâ ve halvet gibi uygulamalara hoşgörü ile bakıldığı için bu kola mensup bulunanlar Yesevîler’le genelde iyi ilişkiler kurmuşlardır. XVI. yüzyıldan itibaren bazı Yeseviyye mensuplarının Nakşibendîliğe de intisap etmeye başladıkları görülmektedir. Yesevî şeyhi Hazînî, Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti almıştır. XVII. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî şeyhi Tokum Şeyh Hîvekī, 400 müridiyle birlikte bir Nakşibendî şeyhine intisap etmiştir. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyid Atâî de (ö. 1016/1607) Yesevîlik’le birlikte Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye tarikatlarına mensuptu. Rıdvân lakaplı oğlu Muhammed Kāsım babasının menkıbelerini Menâķıbü’l-aħyâr (Maķāmât-ı Seyyid ǾAŧâǿî) adlı Farsça eserinde bir araya getirmiştir.

Devlet yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisap ettiği Yesevî şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi durumu yine Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt hanlarının Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları zaten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir.

Âdâb ve Erkân. Yesevî şeyhlerinden Hoca İshak’ın XIV. yüzyılın ortalarında kaleme aldığı Ĥadîķatü’l-Ǿârifîn’de (vr. 91b) anlattığına göre intisap merasimi şöyle yapılırdı: Şeyh mürid olmak niyetiyle gelen kişinin elini tutar, tövbe etmesini ve Allah’a yönelmesini tavsiye ederek tövbe virdini (Estağfirullahe’llezî lâ ilâhe illâ hû el-hayye’l-kayyûm ve es’elühü’t-tevbe) üç defa tekrarladıktan sonra eline bir makas alır ve “Yâ eyyühe’llezîne âmenû tûbû ilallāhi tevbeten nasûhan” âyetini okur (et-Tahrîm 66/8). Ardından müridin saçından önce sağ, sonra sol, sonra da orta taraftan ikişer üçer adet kıl keser ve müride nâfile namaz kılmayı, sürekli zikretmeyi, şeyhinden izinsiz iş yapmamayı tavsiye eder.

Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icra edilen zikre “zikr-i erre” adı verilir. Zikr-i erre Farsça’da “testere zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sadece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre bu ad verilmiştir. XVI. yüzyılda Semerkant civarında yaşayan Ahmed Kâsânî’ye göre Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikir yapardı. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış ve zikr-i erre adındaki sesli ve tesirli zikri başlatmıştır. XVII. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî dervişlerinin bazan “Allah”, bazan “hay”, bazan da “hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnasında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazan da “hû” zikriyle meşgul olduklarını ifade etmiştir. Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türünden bahsedilir. 1. İsm-i zât zikri: “Allah”. Bu zikir “Allah hû, Allah hû, yâ hû, Allah hû” şeklinde de icra edilir. 2. İsm-i sıfat zikri: “Hay âh, hay âh”. Bu zikir öğle namazından sonra ayakta (kıyâmî) icra edilir, “Hay” ve “âh” derken beş parmak yumulur. 3. Dûsere zikri: “Hay, âh, Allah, hay, hû; hay, hayyen, hû Allah hay, hayyen, hû Allah”. 4. Zikr-i hû: “Hû hû hû Allah, hû hû hû Allah”. 5. Zikr-i çaykun. Zikir sırasında ritim, âhenk ve mûsikinin bir arada uyum içinde devam etmesi için zâkirin, elinde çıngırak gibi bir aleti hareket ettirmesi, “çak çak” diye ses çıkartmasıdır



Not: Sayfa başlangıcındaki maddenin pdf'sini gösterir

ZİKRİ ERRE



 Zikr-i Erre (Testere Zikri)

Arapça-Farsça, bıçkı zikri demektir. Buna "zikr-i minşârî" de denir. Minşâr, Arapça'da, "erre", Farsça'da "testere", bıçkı anlamlarına gelir. Zikir sırasında hançereden odun kesen bıçkıyı andırır gibi ses geldiği için, bu türe "bıçkı zikri" denmiştir.

17. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Muhammed Şerîf Hüseynî (ö. 1109/1697) Yesevî dervişlerinin bazen Allah, bazen Hay, bazen de ikisiyle birlikte Hay, Allah diye zikrettiklerini, zikir esnâsında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikreden kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyorlarmış gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazı zamanlarda ise Hû zikri ile meşgûl olduklarını ifâde etmiştir

Süleyman Şeyhî Köstendilî (ö. 1235/1820) zikr-i erre hakkında şu bilgileri verir: Ve bu tâife-i aliyyede Türkistân meşâyıhı beyninde zikr-i erre tabîr ederler, bir zikirdir ki ne lisân ve ne kalb iledir. Ağız kapalı, damak ile ism-i celâle müdâvim olunduğunda bir acâyib zikirdir ki destere sadâsına müşâbehe olunduğundan zikr-i erre derler. Yani destere hırıltısına müşâbih muharrik ve gâyet müessir bir garîb savt ile bir zikirdir.

Bu zikrin usûlü şöyledir:

Sâlik iki elini iki uyluğunun üzerine koyarak ve nefesini göbeğine doğru vererek hâ demeli, sonra nefesi göbek altından kalbe çekerek baş, bel ve sırtı düz vaziyette iken şiddetle Hay demeli ve bu usulle devâm edilmelidir. Bu zikir, Hû, Hay ve Allah diyerek de icrâ edilir

Sâlim b. Ahmed Şeyhân Bâ-Alevî Yemenî nin (ö. 1046/1637) es-Sifrul-mestûr lil-bidâye fiz-zikril-menşûr lil-velâye isimli eserinden naklen zikr-i errenin beş türlü îfâ edildiği kaydedilmiştir.

Birinci usûle göre, zikreden kimse iki dizinin üzerine oturur, ellerini iki dizinin üzerine koyar, nefesini göbeğinden damağına doğru çekmeye başlar, Hâ der, sonra nefesini göbeğine doğru uzatarak başı, beli, sırtı aynı hizâda olacak sûrette şiddetle aşağıya verirken Hay der. Bu şekilde zikre devâm ederken oluşan ses bıçkı sesine benzer.

İkinci usûle göre, sâlik nefesini çekerken Hû, aşağıya verirken Hay der. Ya da her ikisinde de Allah der.

Üçüncü usûle göre nefesini çekerken Allah, aşağıya verirken Hû der.

Dördüncü usûle göre, her iki durumda da Hay der.

Beşinci usûle göre, her iki durumda da Dâim, Kâim, Hâzır, Nâzır, Şâhid der

Zikr-i errenin ne zaman ve nasıl başladığı konusunda kaynaklarda birkaç rivâyet bulunmaktadır. 16. yüzyılda Semerkand civârında yaşayan Nakşbendî şeyhi Ahmed Kâsânî ye göre, Hoca Ahmed Yesevî önceleri hafî (sessiz) zikirle meşgul oluyordu. Ancak Türkistan bölgesine gidince o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlamış vezikr-i erre adındaki sesli ve tesirli zikribaşlatmıştır

Bir başka rivâyet, öz olarak buna benzemekle birlikte, daha menkabevîdir. Bu rivâyete göre, Hızır (a.s) bir gün Hoca Ahmed Yesevî ile sohbet etmeye gelmişti. Hoca nın her gün gönlü ferah iken o gün sıkıntı içinde olduğunu gören Hızır hayretle sebebini sormuş, Ahmed Yesevî de, mürîdlerinin gönlünü kesâfet ve katılığın kapladığını, bu durumu gidermenin imkânsız olduğunu görerek üzüldüğünü söylemişti. Bunun üzerine Hızır Ah, ah diye zikre başlamış, bu zikrin tesiriyle hüzün ve sıkıntı giderilmiş, zikr-i erre de bu sûretle târîkatın geleneği olmuştur

Zikr-i errenin, Hz. Zekeriyyâ (a.s) zamânından kalma bir gelenek olduğu da öne sürülmüştür. Rivâyete göre Zekeriyyâ (a.s) muhâlifleri tarafından testere ile kesilip idam edilirken Allah ı zikretmekle meşgul olmuş, böylece zikr-i erre (testere zikri) gelenek olmuştur. Zikr-i errenin Hızır ya da Zekeriyyâ (a.s) ile ilişkilendirilmesi, cehrî zikri ve dolayısıyla zikr-i erreyi bid at sayıp eleştiren Hanefî âlimlerine ve bir kısım Nakşbendîlere cevap mâhiyetinde ihdâs edilmiş olmalıdır.

14. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden İsmâil Ata bir mürîdine zikir telkîn ettikten sonra şöyle derdi: Ey derviş! Tarîkat kardeşi olduk. Benden bir nasîhat kabul et: Bu dünyâyı yeşil bir kubbe olarak düşün, farz et ki âlemde sâdece sen varsın, bir de Hak Teâlâ var. O kadar zikret ki, tevhîdin galebesi ile sâdece Hak Teâlâ kalsın, sen aradan çık!. İsmâil Ataya göre, tıpkıdemircinin demiri ateşte ısıtıp sonra dövmesi ve eğriliklerini gidermesi gibi, mürîd de zikre devâm ettikçe gönlünü kötülüklerden temizler. İsmâil Ata nın oğlu Hoca İshâk Ata, Ahmed Yesevî nin kendi mürîdlerine iki tür zikri öğrettiğini, bunların Allah ve Hû zikirleri olduğunu ifâde etmiştir.

16. yüzyıl Yesevî-Nakşî şeyhlerinden Ahmed b. Mahmûd Hazînî (ö. 1002/1593 ten sonra) Huccetül-ebrâr isimli eserinde zikr-i errenin kalpteki kötü huyları giderdiğini, gönlün bu zikir sâyesinde Hakkı tanıdığını, kalp zikrinin Hû, Âh ve Hay kelimeleri ile icrâ edildiğini kaydetmiştir

1873'te Orta Asya'da seyahat ederek o bölgenin kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkent'te İşan Sahib Hoca Mescidi'nde izlediği bir Yesevi zikrini özetle şöyle anlatıyor: "Perşembe akşamı bu mescide gittik. Genç yaşlı otuz kadar erkek diz üstü ve kıbleye doğru oturmuş, yüksek sesle vevücutlarını hızlıca hareket ettirerek dua okuyorlardı. Onların etrafında bir halka vardı. Gece sıcak ve ayin şiddetli olduğu için zikre katılanların çoğu cübbe ve sarıklarını çıkarmışlardı. Dua okuyor ve bu esnada baş sol omuza ve kalbe doğru hızla hareket ettiriliyor, ardından sağ omuza ve oradan da tekrar kalbe doğru hareket ettiriliyordu. Bu hareketler yüzlerce defa tekrarlanıyor ve zikir, başkan olan şeyhin isteğine göre genellikle bir ya da iki saat sürüyordu. Başlangıçta hareketler yavaş idi, zamanla hızlandı. Birisi yavaşlarsa, zikrin temposunu ayarlamakla görevli şeyh onun başına vuruyor ya da onu halkanın dışına itip başkasını çağırıyordu. Zikre katılanlar o kadar ısındı ve terledi ki, zaman zaman birkaç dakika dinlenmek zorunda kaldılar. Onlar dinlenirken yerleri hemen başkaları tarafından dolduruldu. Sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okudular, sonra 'Hay, Allah Hay' zikrine başladılar.Önceleri vücutlarını yere doğru yavaşça eğiyorlardı, sonra ritim hızlandı, hepsi ayağa kalktı. Tempo artıyordu. Her biri elini yanındaki arkadaşının omzuna koymuştu. Merkezi bir olan birkaç halka oluşmuştu. Mescidin bir köşesinden diğerine topluca hareket ediyorlar ve 'Allah Hay' diye zikrediyorlardı. Bazen zikir Allah' şekline dönüşüyor, zakirler bedenlerini öne ve arkaya eğiyorlardı."

Kaynak:
Yesevîlik'te Zikr-i Erre
Dr. Necdet Tosun

Tanrı Sizi korusun. Allah CC bizi korur... NFK
--
Hamd olsun Allah’a, selâm olsun O’nun beğenip seçtiği kullarına (Neml 59)
--
Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed. Kad dakat hıyletiy edrikniy ya Rasulallah.







23 Nisan 2016 Cumartesi

zikr-i erre laçiler ve bektaşiler

Menü

Alevi KütüphanesiBismişâh Allâh Allâh Gerçeğe Hû

Yeseviliğin izleri: Laçiler ve Bektaşiler

Yesevilik tarih içinde zamanla etkisini yitirdi ve kayboldu. Günümüzde Orta Asya’da Kırgızistan’ın dağlık bölgelerinde yaşayan Laçiler ile Anadolu’da ve Balkanlar’da yaşayan Bektaşiler, Yeseviler’in devamı olarak kabul ediliyor.

Araştırmacı-yazar Ali Yaman günümüz Yeseviliği ile ilgili olarak yaptığı araştırmalarda, Kırgızistan daki Fergana Vadisi’nde yaşayan Laçiler’in tarikatın Orta Asya’daki izleri olduğunu ortaya koyuyor. Yesevilik ritüellerinin günümüzde halen Aleviler, Bektaşiler ve Laçiler’de sürdüğünün anlatıldığı araştırmada, Laçilerin isminin zikir sırasında çıkartılan seslerden geldiği belirtiliyor.

ANADOLU’DA BEKTAŞİLİK

Yeseviliği Anadolu’ya getirenlerin Hacı Bektaş-ı Veli, Abdal Musa, Geyikli Baba ve Sarı Saltuk olduğu sanılıyor. XV. yüzyılın sonlarında Firdevsi tarafından yazılmış olan Menakıb-ı Hacı Bektaş-ı Veli veya Hacı Bektaş-ı Veli Vilayetnamesi adlarıyla bilinen eser Yesevilikle ilgili bilgi veren önemli eserler. Vilayethamede Hacı Bektaş-ı Veli’- nin, Ahmet Yesevi’nin halifelerinden Lokman Perende’nin halifesi olduğu kaydediliyor.

BEKTAŞİ-LAÇİN BENZERLİĞİ

Bektaşilik’te ve Laçilik’te Ahmet Yesevi’nin “Hikmetler”inde belirtilen kadınlı erkekli, sesli zikiri esas alan, raks ve sema ve müziğe yer veren bir zikir anlayışı var. Ayrıca hem Laçiler, hem de Alevi-Bektaşiler arasındaki zikir esnasında kullanılan dil sade Türkçe olup, halk dilidir. Laçiler günümüze kadar kadın ve erkek birlikte zikir yaptıkları için sapkınlıkla suçlanıp baskı gördükleri için kendilerini saklamış. Günümüzde sema gösterilerini bile nadir olarak yapan Laçilerde pir, “Ata”, “İşan” veya “İşan-halife” gibi adlarla adlandırılıyor.

TESTERE ZİKRİ

Orta Asya’da Hoca Ahmed Yesevi’nin dervişlerinin yüzyıllarca uyguladıkları toplu zikir pratiğine “zikr-i erre” yani “testere zikri” deniyor. Dervişlerin yaptığı zikrin ilerleyen safhalarında ağızdan çıkan kelimelerin yerini gırtlaktan çıkan ve testere sesini andıran hırıltılar aldığından zikre bu isim veriliyor. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Dr.Necdet Tosun, günümüzde Yeseviliğin büyük oranda tarihe karıştığını belirterek, “Yeseviler’in zikir usullerini bilen kişileri bulmak neredeyse imkansız” diyor. 16. yüzyılda Semerkand civarında yaşayan Nakşibendi şeyhi Ahmed Kasani’ye göre, Hoca Ahmed Yesevi önceleri sessiz zikirle meşgulken Türkistan’a gidince, o bölge insanlarını bu zikirle yola getiremeyeceğini anlayarak sesli zikire yönelmiş. Testere zikrinin Hz. Zekeriyya döneminden kalma bir gelenek olduğu da öne sürülüyor. Hz.Zekeriyya muhalifleri tarafından testere ile kesilip idam edilirken zikir yaptığı için bu uygulama gelenek olmuş.

SAPKINLIK SUÇLAMASI

Dr. Tosun, Ahmed Yesevi’- nin kurduğu zikir meclislerinde kadın ve erkeğin birlikte zikrettiklerine dair bilgiler olmasına rağmen, Yesevi kaynaklarında sonraki dönemlerde bu uygulamanın olmadığının belirtildiğini söylüyor. Dr. Tosun, Yesevi, zikirlerin kadın ve erkek birlikte yapılması nedeniyle zaman zaman sapıklık suçlamalarıyla karşı karşıya kaldığını belirtiyor. Kaynaklarda testere zikrinin yapılışıyla ilgili farklı anlatımlar olduğunun altını çizen Dr. Tosun, söylenen kelimelerin farklı olmasına karşılık nefes alıp verme şeklinin aynı olduğunu anlatıyor. Dr. Tosun, Yesevi zikri’nin çeşitli dönem ve bölgelerde altı farklı çeşitte yapıldığını belirtiyor.

19. YÜZYILDA ZİKİR

1873’te Orta Asya’da seyahat ederek o bölgenin kültürel hayatı hakkında önemli bilgiler derleyen Eugene Schuyler, Taşkent’te İşan Sahib Hoca Mescidi’nde izlediği bir Yesevi zikrini özetle şöyle anlatıyor: “Perşembe akşamı bu mescide gittik. Genç yaşlı otuz kadar erkek diz üstü ve kıbleye doğru oturmuş, yüksek sesle ve vücutlarını hızlıca hareket ettirerek dua okuyorlardı. Onların etrafında bir halka vardı. Gece sıcak ve ayin şiddetli olduğu için zikre katılanların çoğu cübbe ve sarıklarını çıkarmışlardı. Dua okuyor ve bu esnada baş sol omuza ve kalbe doğru hızla hareket ettiriliyor, ardından sağ omuza ve oradan da tekrar kalbe doğru hareket ettiriliyordu. Bu hareketler yüzlerce defa tekrarlanıyor ve zikir, başkan olan şeyhin isteğine göre genellikle bir ya da iki saat sürüyordu. Başlangıçta hareketler yavaş idi, zamanla hızlandı. Birisi yavaşlarsa, zikrin temposunu ayarlamakla görevli şeyh onun başına vuruyor ya da onu halkanın dışına itip başkasını çağırıyordu. Zikre katılanlar o kadar ısındı ve terledi ki, zaman zaman birkaç dakika dinlenmek zorunda kaldılar. Onlar dinlenirken yerleri hemen başkaları tarafından dolduruldu. Sesleri kısılıncaya kadar farklı zikirleri okudular, sonra ‘Hay, Allah Hay’ zikrine başladılar. Önceleri vücutlarını yere doğru yavaşça eğiyorlardı, sonra ritim hızlandı, hepsi ayağa kalktı. Tempo artıyordu. Her biri elini yanındaki arkadaşının omzuna koymuştu. Merkezi bir olan birkaç halka oluşmuştu. Mescidin bir köşesinden diğerine topluca hareket ediyorlar ve ‘Allah Hay’ diye zikrediyorlardı. Bazen zikir Allah’ şekline dönüşüyor, zakirler bedenlerini öne ve arkaya eğiyorlardı.

SABAH – 20/10/2005 – Yeseviliğin izleri: Laçiler ve Bektaşiler
arsiv.sabah.com.tr
Türkiye’nin en iyi gazetesi.